Yağmur Yıldırımay
Bu cihan ki bilmem kaç asır evvel öncesinden başlamış, ta bugüne değin sürmüş aşkın şahididir. Yüzyılların kelimelere sığdıramadığı, -sığdıramaz da “çünkü tarih değildir gerçek aşk”-, belli ki görmek isteyenlerin de pek korktuğudur aşk; muharrirden gayri. Kolları sıvamış, “kimseye nasip olmayacak bir aşkın hikayesinden” dem vurmak istemiştir Aslı Tohumcu, ‘Aç Koynunu Ben Geldim’de. Biraz muhabbet etmek ister, belki az da, yakın ya da uzak olması fark etmeksizin maziden ders çıkarmayı anlatabilmektir derdi çünkü istersek akan sudan bile ibret alırız, öyle değil mi ya…
Yazıya bir hikaye-nüvis edasıyla başlamamın sebebi, yazarın üslubundandır. Yüce Hakk’ın kuvvetli mavi ışıklarla bezediği hançerlerin hikayesini, tarihini tam veremediğimiz bir zamanda -ama biliyorsunuz o zamanı esasen-, olağanüstülüklerin kol gezdiği, “geçmiş zaman odur ki-vari”, Rüya ile Mutlu’nun aşkını anlattığı üslubundan. ‘Aç Koynunu Ben Geldim’ size, beklenen sona ulaşmak için engelleri aşan gençleri anlatacak fakat alem bu ya, bugünün derdinden de azade durmayacak. Çünkü anlatıcı olarak hikayeyi aktarmaktaki zevki ve amacı, “belirli olaylara dikkat çekerken belirli olayları ihmal etmemek değilse ne olabilir?”
HANÇERLERİN ALMASI GEREKEN YOL, BULMASI GEREKEN KİŞİLER VARDI…
Kançıkarmaz Memet adında bir hançer ustası, nikahlandıktan sonra bir gün rüyasında, birinin ucu toprak, diğerinin ucu ateş olan, yan yana geldiklerinde yekvücut hale gelen hançerleri görür. Her şeyi bir kenara bırakıp hançerleri dövmeye başlar. Gökler katında tasarlanan bu hançerler Memet’in eşi Feraye’nin, kocasını tekrar yatağına döndürmek için yaptığı büyünün ters tepmesiyle türlü ölümlere, kaybolmalara, arayışlara sebep olur. Kitabın merkezinde, hançer sahipleri Rüya ile Mutlu’nun birbirlerine varacakları yola revan olmaları, vardıktan sonra da yaşadıkları aşkın türlü veçheleri anlatılır.
Rüya ile Mutlu’nun aşkına değinmeden önce şunu söylemeliyim: ‘Aç Koynunu Ben Geldim’i klasik bir aşk hikayesinden ayıran, hem aşka hem de günlük hayata dair teferruatta, evvel ile âtîyi, fani ile bakiyi birbirinin içine geçmiş bir şekilde anlatmasıdır. İnsana dair olanın her devirde tekerrür etmesi, geçici olduğuna kanmamızı istedikleri dünyada işlerin hiç de kolay olmayacağını göstermesi, yazarın eleştirisidir. Mesela Rüya, annesi tarafından terk edilmiş, mezarlıkta, Cavidan adlı bir kadının mezarında, Mürşide adlı karganın gözetiminde, ceviz ağacının dibinde büyümüş bir kızdır. Doğduğunda bedeninin sarılı olduğu gazete kağıdında cinsel istismara uğrayan bir meslek liseli kızın haberi vardır. Romanda önce ile sonra arasındaki uzun ve kalın çizgiler silinir, efsane ile hakikat hemhal olur. Bu muğlak zaman ve mekânda, bir yandan aşkın tarihlendirilemeyecek kadar köklü olduğuna vurgu yapılırken diğer taraftan okuma şevki de artar. Masal okuduğunuzu düşünürken bir anda kırmızı bir Tuborg ile karşılaşmak, tanrıların dünyalar arasında yolculuk ederken kullandıkları köprüde -bifrost- yalpalamanıza sebep olur; kötü anlamda değil tabii.
‘VAKİT TAMAM. (…) AÇ KOYNUNU, BEN GELDİM’
Mutlu bir gün elinde “türlü otlar, alkollü içecekler, o zamanlar henüz alınabilir olduğundan bir kutu badem ezmesi ve çubuk şeker dolu torba, diğerinde Beşiktaş’ta bir sahafın Ankara’dan ismine imzalı getirttiği Tante Rosa” ile Rüya’yı görür. İkisinin de hançerleri kımıldar, birbirlerine yaklaşmalarını emreder gibidir. Kalabalığı yara çıka en sonunda “Hoş geldin” der Rüya, Mutlu’ya. “O gece ve takip eden sonsuz gece, nihayet koyun koyuna yatacakları bilgisiyle” susarlar.
Kitabın vuslata erene kadar olan bölümlerinde türlü badireler atlatır Rüya ile Mutlu. Rüya, hançerine sahip olmak isteyen röntgencilikte deneyimli bir kişi tarafından öldürülme tehlikesi yaşar; Mutlu, anadilinin ve onunla birlikte çok şeyin hasretini çektiği yerlerde yaşar mecburen… Yan yana geldikten sonra ise artık yüce Hakk tarafından kutsanmış bu çiftin hayatını dinleriz. “Aşk”, “Seyahat”, “Ölüm”, “Uyku”, “Kavga”, “Seks”, “İnanç”, “Hayat”, “Veda” bölümleriyle Rüya ile Mutlu’nun, dehlizlere girip çıksalar da aşkları ile nelere kadir olduklarına nail oluruz.
“Kimseye nasip olmayacak bir aşkın” anlatıldığı bu satırların güzel yanı, bunun kutsallaştırılmadan yapılması. Anlatıcı bize bunun fevkalade bir aşk olduğunu sıklıkla söylese de pirüpak, tantanasız, hatasız bir aşk değil bu. Kavga da olur mesela, gürültülü patırtılı ya da Rüya başka şeye, Mutlu başka şeye inanır: “Rüya (…) zırt pırt değişen milli eğitim bakanlarının mıncırdığı eğitim sisteminin akılsızlaştırıcı, sönükleştirici çarkına girmemişti. Eğitim ve öğretimini bir avuç hayalete borçluydu. Hayallere de inanırdı dolayısıyla. Mutlu’ysa somut şeylere inanırdı ancak yani okuyabildiği, dokunabildiği, görebildiği şeylere. (…) Rüya’nın aksine eğitim sisteminin ve kapitalizmin dişlilerinden geçmiş, ancak ısırılmadan geçmeyi başarmış nadir insanlardan biri olduğundan hayal kurmaya o da inanırdı.” Zevkleri farklıdır; Mutlu kelimelere inanır örneğin, sözcük tarikatı ile kaybolmaya yüz tutan kelimeleri kayda geçirmek için yıllarını verir. Rüya ise düş alemlerinde salınmaya bayılır. Hikayelerini birlikte yazarlarken başka labirentlerde kendi başlarına kaybolmaları, delirmeden yaşamanın olanağını simgeler. Rüya ile Mutlu’nun aşkının güzel tarafı buradadır; herkesin dilediği bir yaşam hakkına inanmaları. “Kendi içlerine kapanmaya da inanırlardı ama, kimi zaman dışarıda bir dünya yokmuş gibi yaşayabilmeleri bu sayede olsa gerekti, delirmeden hayatta kalmak için gereklilik de denebilirdi buna.”
Yazar sonda, “Umuyoruz ki, yalnızca kalbi olanların görebileceği, dünyanın en küçük ancak en güzel ışığı söner gibi olur biz susunca” der. Masal desen yeridir, roman desen o da olur, efsanevi sayelerin, buz gibi gerçeklerin üzerinde dolandığı bir metindir bu kitap. Hakk nasip ederse aşkla dem sürmek isteyenlerin kitabı olsun ‘Aç Koynunu, Ben Geldim’.